
Öyle miymiş? Hikâye Çözümlemesi: Şule Gürbüz’ün Anlatısı Üzerine
Giriş
Şule Gürbüz, çağdaş Türk edebiyatının özgün seslerinden biridir. 1974 yılında İstanbul’da doğan yazar, İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nden mezun olduktan sonra İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda klarnet eğitimi almış, ardından Londra’da felsefe eğitimi görmüştür. Çok yönlü entelektüel birikimiyle dikkat çeken Gürbüz, aynı zamanda Topkapı Sarayı’nda saat tamircisi olarak görev yapmış; bu deneyimini de zaman, mekanik, insan ve anlam ilişkisini sorguladığı metinlerine yansıtmıştır.
İçindekiler (Hızlı Erişim)
İlk romanı Kambur (1992) ile edebiyat sahnesine adım atan Şule Gürbüz, özellikle Zamanın Farkında (2011), Coşkuyla Ölmek (2012) ve Öyle miymiş? (2016) adlı eserleriyle düşünsel derinliği olan edebiyatseverlerin ilgisini kazanmıştır. Öyle miymiş?, İletişim Yayınları tarafından yayımlanmış ve hem anlatım tekniği hem de işlediği felsefi sorular bakımından eleştirmenler tarafından özgün bir edebî deneme/hikâye olarak değerlendirilmiştir.
Metin, klasik anlamda bir öyküden çok, bir bilinç akışı metni olarak kurgulanmıştır. Roman ile düzyazı arasında salınan bu anlatı; insanın kendi varlığı, acıları, hataları, inancı ve dünyaya dair konumlanışı üzerine içe dönük ve sorgulayıcı bir sesle ilerler. Hikâye boyunca adı konulmamış bir kadın anlatıcı aracılığıyla, varlık ile hiçlik, iman ile inkâr, acı ile duyarsızlık gibi temel ikilikler üzerine düşünsel bir yolculuk sunulur.
Bu çözümlemede, Öyle miymiş? adlı anlatı; insanın hakikatiyle hesaplaşması teması çerçevesinde, anlatım teknikleri, bakış açısı ve karakter çözümlemeleri üzerinden irdelenecektir. Metnin iç sesiyle kurgulanan bireysel gerçeklik, günümüz insanının yalnızlığını, anlam arayışını ve Tanrı ile kurduğu kırılgan ilişkiyi görünür kılar. Böylece metin, klasik olay örgüsü yerine düşünsel bir derinliğe yaslanarak, okuru varoluşsal bir sorguya davet eder.
Tema ve Çatışma
Öyle miymiş?, doğrudan bir olay anlatımına dayanmayan, daha çok düşünsel akış üzerinden ilerleyen bir metindir. Bu nedenle hikâyede işlenen ana tema, bireyin kendi varlığı, inancı, anlam arayışı ve acıyla olan ilişkisi üzerine kuruludur. Şule Gürbüz’ün anlatıcısı, yalnızca kendi yaşantısını değil; aynı zamanda insanlığın kolektif hafızasını, kutsal kitaplardan mitolojiye, tarihten gündelik hayata uzanan geniş bir yelpazede sorgulayıcı bir bakışla ele alır.
Metnin temel çatışması, bireyin kendi iç sesiyle ve Tanrı’yla olan varoluşsal gerilimi üzerinde şekillenir. Anlatıcı, dünyaya ve insana dair gözlemlerinde sürekli bir anlam bulma çabası içerisindedir. Ancak bu çaba çoğu zaman sonuçsuz kalır; çünkü içinde bulunduğu çağda hakikatin, sadeliğin ve merhametin yerini yüzeysellik, unutuş ve gösteriş almıştır. Bu nedenle metindeki çatışma, yalnızca bireyin kendi içinde yaşadığı bir ikilem değil; aynı zamanda insanlık ile hakikat arasında süregelen bir kopuşun izidir.
İnsanın kendi iradesiyle sınanması, kutsal metinlere gönderme yapılarak “insan neden çarmıha gerilir, neden unutur, neden inkâr eder?” sorularıyla desteklenir. Bu bağlamda çatışmanın bir boyutu da inanç ile şüphe, merhamet ile kayıtsızlık, bilgi ile bilgelik arasındaki ince çizgide belirginleşir. Anlatıcı, kendini peygamberlere, filozoflara, hatta çocukluğundaki sokak hayvanlarına benzeterek hem kutsalı hem de gündeliği sorgular.
Bir diğer çatışma ekseni, benlik ile toplum arasında kurulur. Anlatıcı, toplumun dayattığı uyum ve “orta hâllilik” ideolojisine başkaldırır. Çevresinin sıradanlığını, anlamdan yoksun tepkilerini, günün her saatini bir kısır döngüye hapseden yaşam biçimlerini sorgular. Bu durum, metinde sıklıkla vurgulanan “herkes aynı anda aynı sözü söylüyor ama kimse ne dediğini bilmiyor” gibi ifadelerde kendini gösterir.
Tematik olarak, metnin en güçlü noktalarından biri de insan ile ölüm arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeye çağırmasıdır. Ölüm, burada bir yok oluş değil; bir “unutulma” korkusunun karşılığıdır. Anlatıcı, bu unutulma duygusunu “dünyanın en tenha yeri” olarak tanımlar. Çünkü insan, yaşadığı tüm acılara rağmen ne gerçek bir teselli bulabilir ne de sahici bir duyguda oyalanabilir.
Sonuç olarak Öyle miymiş?, modern bireyin yalnızlığına, anlam arayışına ve ahlaki gerilimlerine temas ederken; temayı çatışma unsurlarıyla derinleştirir. İçsel sorgularla şekillenen bu yapı, eseri bir hikâye olmanın ötesine taşıyarak varoluşsal bir metne dönüştürür.
Olay Örgüsü (Serim–Düğüm–Çözüm)
Öyle miymiş?, klasik bir hikâyedeki gibi belirgin olaylara ve zamansal sıralamaya dayalı bir kurgu sunmaz. Serim, düğüm ve çözüm bölümleri doğrudan olaylar üzerinden değil; düşünce akışı ve içsel dönüşüm evreleri üzerinden kurulur. Bu durum, eserin biçimsel olarak bir hikâye değil; deneme ve iç monolog sınırlarında dolaşan, edebî bir anlatı olmasına zemin hazırlar.
Metnin serim bölümü, anlatıcının bilinç akışına benzer biçimde kendi geçmişi, inancı, yaşam deneyimi ve insanlığın kadim sorularına yönelmesiyle başlar. Anlatıcı; çocukluğundan itibaren duyduğu yalnızlığı, sıradanlığa ve vasatlığa karşı gösterdiği dirençle dile getirir. Bu bölümde metin, çeşitli dini figürlere, mitolojik anlatılara ve gündelik yaşama ait detaylara göndermelerle zenginleşir. “Bir gökyüzü var ama hep tepeden bakıyor” gibi ifadeler, anlatıcının Tanrı’ya ve evrensel düzene yönelik mesafesini ortaya koyar.
Düğüm bölümü, anlatıcının kendi içsel çatışmalarının zirveye ulaştığı yer olarak tanımlanabilir. Bu bölümde kişi, yaşadığı hayatla uzlaşamaz hale gelir. İçsel gerginlik, fiziksel acı ve düşünsel bunaltı bir noktada kanla ve parçalanmışlıkla somutlaşır: Anlatıcının bardağı kırması ve elini kesmesi, metindeki en belirgin dramatik anlardan biridir. Bu sahne, sadece fiziksel bir travma değil; varoluşsal bir kırılma anıdır. Kendisini “göğe doğru başını kaldıran ama hep tepeden bakılan” biri olarak gören anlatıcı, varlığının anlamını sorguladığı bu noktada en derin iç sesleriyle yüzleşir.
Çözüm kısmı ise, herhangi bir iyileşme ya da klasik anlamda bir sonuca ulaşma yerine, metnin kendine özgü döngüsel yapısına uygun bir şekilde ilerler. Anlatıcı, çözüme değil bir farkındalığa ulaşır. Bu farkındalık, hayatın mutlak anlamlardan çok geçici sorular ve kalıcı yalnızlıklar etrafında döndüğü gerçeğidir. Hikâyede çözüm, kişinin dış dünyayla uzlaşması değil; kendi yetersizliğini, eksikliğini ve kırılganlığını kabullenmesidir. “Ben başka bir gök görmedim” ifadesiyle anlatıcı, kaderiyle hesaplaşmasını tamamlar. Bu, yenilmişliğin değil; içsel bir teslimiyetin, durulmuş bir bilincin ifadesidir.
Metnin olay örgüsü bir doruk ve çözüm üzerinden değil; dalgalar hâlinde yükselip alçalan düşünsel ritimlerle inşa edilir. Bu yönüyle anlatı, sadece bireyin değil; çağın ve insanlığın tarihsel kırılma noktalarına da temas eder. Olaylar değil, düşünceler yoluyla akan bir anlatı olduğundan, bu hikâyeyi anlamak için metnin biçimsel yapısını da yeniden düşünmek gerekir.
Anlatıcı ve Bakış Açısı
Öyle miymiş? adlı anlatının temel taşı, anlatıcının iç sesiyle kurduğu katmanlı yapı üzerine kuruludur. Eserin tamamı boyunca kullanılan birinci tekil şahıs anlatıcı, okuru doğrudan zihinsel ve duygusal bir yolculuğa davet eder. Bu anlatıcı, belirli bir olaylar zincirine dışarıdan tanıklık etmekten çok; kendi varoluşunu, iç çatışmalarını, hayata, Tanrı’ya ve insanlığa dair tüm sorgularını içerden dile getirir. Bu özellik, anlatının hem düşünsel yoğunluğunu hem de kişisel samimiyetini güçlendirir.
Anlatıcının bakış açısı, klasik anlamda “güvenilir” ya da “tarafsız” bir gözlemcinin yerini almaz. Aksine, içsel çözümleme yoluyla şekillenen bu ses, zaman zaman çelişir, öfkeye kapılır, yorulur, sorgular, yeniden başlar. Bu yönüyle bakış açısı, mutlak bir hakikati aktarmaktan çok; kişisel ve duygusal gerçeklikleri yorumlayan bir özne merkezli bilinç biçimi olarak belirir.
Anlatıcının söylemi, yer yer bir itirafçı, zaman zaman bir felsefi düşünür, bazen de eski bir mistik gibi işler. Bu dönüşkenlik, metnin biçimsel özgünlüğünü ve tematik derinliğini besler. Örneğin bir anda çocukluğa dair anımsamalarla gündelik hayata değinirken, hemen ardından Tevrat’tan, Kur’an’dan, mitolojiden ya da felsefi metinlerden ilham alan evrensel bir dile geçebilir. Bu dilsel ve anlatımsal geçişler, anlatıcının bakış açısının hem bireysel hem de tarihsel bir zemin üzerinde durduğunu gösterir.
Bu anlatıcı, sık sık kendi sesine karşı mesafe de alır. İçsel sorgulamaları sırasında kendini yargılar, eksik bulur, zaman zaman acımasız bir iç eleştiriye yönelir. Bu da okurda sahici ve kırılgan bir bilinçle karşı karşıya olunduğu hissini uyandırır. Anlatıcının güvenilirliği mutlak değildir, ancak samimiyeti sorgulanamaz bir duygusal hakikate dayanır.
Öte yandan bu iç ses, yalnızca bireysel bir konuşma değildir. Anlatıcının sesi zamanla çoğalır; adeta geçmiş peygamberlerin, bilge insanların, annelerin, çocukların, çobanların, hatta hayvanların sesine dönüşür. Böylece bakış açısı daralmaz; aksine hem yatayda hem dikeyde genişler. Kimi zaman “İsmail”, “Eyüp”, “Atlas”, “Fuzuli” gibi referanslarla bir arkaik bilinç düzlemi kurulur. Bu durum anlatıcının sesine hem zamansızlık hem de evrensellik katar.
Sonuç olarak Şule Gürbüz, anlatıcıyı sadece bir gözlemci ya da aktarıcı olarak değil, düşüncenin kendi içinde dolaştığı, kendini var ettiği ve sonunda kendiyle yüzleştiği bir kurgusal bilinç odağı olarak kurar. Anlatıcının bakış açısı, olaylara dışardan bakan bir objektiflikten çok, içeriden kavrayan, çoğu zaman kendine de acımasızca bakan bir özbilinç düzlemidir. Bu sayede metin, sadece bir anlatı değil; aynı zamanda bir varoluş güncesi haline gelir.
Karakter Analizi ve İç Çözümleme
Şule Gürbüz’ün Öyle miymiş? adlı anlatısında klasik anlamda bir karakter kadrosu yer almaz. Hikâyede yalnızca bir ana karakter vardır: adını öğrenmediğimiz, ancak sesine ve zihnine tamamen teslim olduğumuz kadın anlatıcı. Bu karakter, metnin hem taşıyıcısı hem de biçimleyicisidir. Olaylardan çok düşüncelerin, dış dünyadan çok iç dünyanın ön planda olduğu bu anlatıda, karakter çözümlemesi iç çözümleme ile bütünleşir.
Anlatıcı, baştan sona kendi iç sesiyle konuşur. Düşünceleri, duyguları ve sezgileri arasında dolaşırken okura hem bir “günahkâr insan” hem de “arayan bilinç” imgesi sunar. Karakterin en belirgin özelliği, derin bir düşünsel hassasiyet ile donatılmış olmasıdır. Dış dünyaya karşı fazlasıyla duyarlı, olaylara karşı fazlasıyla sorgulayıcıdır. Ancak bu duyarlılığı onu daha bilgili ya da daha huzurlu kılmaz; aksine daha kırılgan, daha yorgun ve daha çatışmalı bir hale getirir.
Metin boyunca anlatıcı, geçmişe dair anılarla bugünün ruh hâlini harmanlar. Çocukluğunda hissettiği kıpırtı, büyürken yaşadığı anlam arayışı ve yaşlılıkla birlikte gelen durulma; onun karakter gelişim çizgisini oluşturur. Ancak bu çizgi düz değil, döngüseldir. Kendi geçmişiyle hesaplaşır, yeniden aynı noktaya gelir, farklı bir yön dener, sonra yeniden kırılır. Bu hâliyle karakter, bir sürekli arayışın insanı olarak belirginleşir.
İç çözümleme, bu karakteri anlayabilmenin anahtarıdır. Yazar, karakterin zihinsel dünyasını yalnızca kelimelerle değil; imgeler, ritmik tekrarlar ve derin çağrışımlarla inşa eder. “Gökyüzü hep tepeden bakıyor,” “Ben başka bir gök görmedim,” “Kendime baktım, başkalarına baktım,” gibi tekrar eden cümleler, karakterin kendini anlama çabasını gösterir. Bu tekrarlar yalnızca bir düşünceyi değil; aynı zamanda o düşüncenin sürekli depreşen duygusal zeminini de yansıtır.
Karakterin yaşamındaki en güçlü itici çatışma, kendi eksikliğiyle yüzleşmesidir. Ne tam anlamıyla bir dindar ne de inkârcıdır; ne tamamen merhametli ne de hissizdir. Her zaman arada bir yerdedir. En acı verici olan da budur: ne bir yere ait olabilir, ne de tamamen dışarda kalabilir. Bu ruh hâli, onun kimliksizliğini değil; tam tersine, modern bireyin evrensel kimliğini temsil eder.
Anlatıcının çevresindeki insanlardan çok, onların zihinsel imgelerinden bahsedilir: anneler, dedeler, çobanlar, koyunlar, çocukluk arkadaşları, peygamberler, filozoflar… Ancak bu karakterler birer kişi değil; birer sembol ya da yansıma olarak yer alır. Bu da ana karakterin yalnızlığını daha da belirgin kılar. Ne geçmişten ne toplumdan ne de inançtan gerçek bir aidiyet kurabilir. Yalnızlık, bu karakterin yazgısı değil, düşünce biçimidir.
Metin boyunca anlatıcının iç dünyasında gelişen dönüşüm, herhangi bir eylemle değil, farkındalıkla sonuçlanır. O, dünyayı değiştirmez; kendisini de dönüştüremez belki. Ama yaşadığı bu içsel yoğunluk, onu daha derin ve daha uyanık biri haline getirir. Böylece Şule Gürbüz’ün karakteri, edebiyatımızda nadir rastlanan türde bir düşünen birey olarak karşımıza çıkar.
Mekân ve Zaman
Şule Gürbüz’ün Öyle miymiş? adlı anlatısında mekân ve zaman, klasik öykülerde olduğu gibi somut, belirgin, fiziksel koordinatlara sahip değildir. Aksine, anlatının ruhuna uygun biçimde soyut, içsel ve metaforik bir biçimde kurgulanmıştır. Mekânlar bir coğrafi yer olmaktan çok, anlatıcının zihinsel ve duygusal alanlarına karşılık gelir.
Anlatı boyunca belirli yer adları, nesneler ya da semboller geçse de bunlar atmosfer kurmaktan ziyade anlam inşa etmek için vardır. Örneğin, anlatıcı zaman zaman “çocukken sokaklarda dolaşan bir kız”, “sobanın arkasında uyuyan biri” ya da “başını göğe kaldıran biri” olarak tarif edilir. Bu anekdotlar, anlatının bir bölümü ev içi mekânlarda, bir bölümü ise doğada ya da sokakta geçiyor gibi görünmesini sağlar. Ancak anlatının esas mekânı, anlatıcının zihnidir. Bu zihinsel alan; düşünceler, duygular, inançlar ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir iç dünyadır.
Doğa unsurları – çobanlar, koyunlar, dağlar, çiçekler, gökyüzü, ağaçlar – anlatıda çokça yer alır. Ancak bunlar realist bir doğa tasviri sunmak için değil, daha çok varoluşsal karşılaştırmalar yapmak amacıyla metne dâhil edilmiştir. Gökyüzü, tekrar tekrar “hep tepeden bakan ama hiç eğilmeyen” bir varlık olarak betimlenir. Bu da hem Tanrı’nın hem de kaderin insan üzerindeki uzak ve soğuk etkisini simgeler. Öte yandan doğanın sesi, kuşların ötüşü, kır çiçeklerinin isimleri, serçeler ve saksağanlar; yalnızca atmosferi zenginleştirmekle kalmaz, aynı zamanda anlatıcının iç dünyasının bir uzantısı olarak da işlev görür.
Zaman ise anlatıda dairesel ve içsel olarak işler. Yani ne belirli bir kronolojik akış ne de zamana bağlı bir olaylar dizisi söz konusudur. Metinde geçmiş, şimdi ve gelecek birbirine karışmış durumdadır. Anlatıcı, çocukluğuna döner; oradan peygamberlerin zamanına, mitolojik çağlara, sonra tekrar kendi gençliğine ya da bugünkü ruh hâline geçer. Bu geçişler, bilinçli ve planlı bir zaman sıçramasından ziyade, zihinsel çağrışımlarla gelişen bir zaman örgüsüdür.
Anlatıcının içsel zamanı, sabit değildir; duygu durumuna göre değişir. Neşeli bir çocukluk anısı, bir anda hüzne evrilebilir. Sessiz bir sabah, geçmişte yaşanan kırgın bir diyaloğun tetikleyicisine dönüşebilir. Bu yapı, eseri lineer zamanlı hikâyelerden ayırır ve daha çok felsefi denemeler ya da lirik monologlar düzeyine taşır.
Sonuç olarak, Öyle miymiş? adlı anlatıda mekân ve zaman, klasik işlevlerinden çok, anlatıcının varoluşunu, kırılmalarını ve düşünsel salınımlarını görünür kılmak için vardır. Bu yönüyle mekân dışa değil içe dönük; zaman ise ileriye değil daima içeriye ve geriye doğru işler. Anlatıcı, sabit bir noktada değil; sürekli hareket hâlinde, kendi zihninin katmanları arasında dolaşır. Bu da anlatının ruhsal derinliğini belirleyen temel öğelerden biri olur.
Anlatım Teknikleri ve Dil‑Üslup
Öyle miymiş?, anlatı tekniği bakımından klasik hikâye formunu bilinçli bir şekilde reddeden, özgün ve deneysel bir yapı sunar. Şule Gürbüz, bu metinde yalnızca bir hikâye anlatmak değil; okuru, insan ruhunun karmaşıklığı ve varoluşun içsel gerilimleriyle doğrudan yüzleştirmek ister. Bu amacına ulaşmak için de çeşitli anlatım tekniklerini iç içe geçirerek kullanır.
En baskın teknik, şüphesiz ki iç monolog ve bilinç akışı yöntemidir. Anlatıcı, herhangi bir olayın akışına değil; düşünce ve duyguların akışına odaklanır. Bu sayede zaman ve mekân, klasik anlatılardaki gibi bir çerçeve oluşturmaz; bilincin çağrışımlarıyla değişen, katmanlı bir alan hâline gelir. Okur, anlatıcının zihnine adım adım değil, doğrudan düşer; bir iç sesin kıvrımları arasında dolaşmaya başlar.
Metinde geriye dönüşler sıkça kullanılır, ancak bunlar belirgin zaman atlamaları şeklinde değil, duygusal çağrışımlarla örülüdür. Anlatıcının bir çocukluk anısı, sokaktaki bir koku ya da geçmişteki bir bakış, bir anda peygamber anlatılarına, mitolojik hikâyelere ya da evrensel bir yalnızlık duygusuna bağlanabilir. Bu geçişlerde net sınırlar yoktur; anlatım yumuşak ve iç içe geçmiştir.
Gürbüz, ayrıca semboller, metaforlar ve motifler yoluyla anlatıya derinlik kazandırır. Gökyüzü, koyunlar, kır çiçekleri, kemikler, çobanlar, ezilmiş karıncalar ve unutulmuş mezarlar; hep aynı düşünsel düzlemde birbirine bağlanır: insanın faniliği, dünyaya yabancılığı ve anlam arayışı. Örneğin “Ben başka bir gök görmedim” ifadesi, hem tanrısal mutlaklığa hem de insanın sınırlı görme kapasitesine dair çarpıcı bir metafordur.
Yazarın dil ve üslubu, oldukça poetik ve felsefî bir yoğunluk taşır. Cümleler çoğunlukla kısa ve etkili olmakla birlikte, zaman zaman ritmik tekrarlara ve çağrışımsal dizilimlere yer verilir. Bu sayede metin, düzyazı ile şiir arasında bir ifade gücüne ulaşır. Bazı ifadeler vecize gibi söylenir: “Hayat hayret edilecek bir şeyi yapmaya gayret etmektir,” ya da “Göğün bana hep tepeden baktığını gördüm.” Bu tür cümleler, sadece bir anlatım aracı değil; metnin ahlaki ve varoluşsal yönünü de belirleyen ifadelerdir.
Metinde ironinin yerini sıklıkla hüzünlü bir sarkastik ses alır. Anlatıcı, zaman zaman kendine, zaman zaman çağın insanına, bazen de tanrısal adalete karşı eleştirel bir tonda seslenir. Ancak bu eleştiri, öfkeyle değil; kırılmışlık ve içe dönük bir yasla yoğrulmuştur.
Dikkat çekici bir diğer yön, metindeki çok seslilik hissidir. Her ne kadar anlatıcı tek kişilik bir monolog sunsa da; metin boyunca peygamberlerin, filozofların, sokaktaki insanların, çocukların ve hatta doğadaki varlıkların sesleri duyulur. Bu da anlatının tek boyutlu bir seslenişe değil; evrensel bir yankıya dönüştüğünü gösterir.
Sonuç olarak Şule Gürbüz, Öyle miymiş?’te sıradan anlatım kalıplarının dışına çıkarak çok katmanlı, çağrışıma dayalı, yer yer lirizme yaklaşan bir üslup kurmuştur. Metin, içeriği kadar biçimiyle de düşünsel bir okuma süreci talep eder. Bu da eseri yalnızca bir hikâye değil, aynı zamanda bir dil ve düşünce deneyi hâline getirir.
Sonuç
Şule Gürbüz’ün Öyle miymiş? adlı anlatısı, biçim ve içerik açısından alışılmışın dışında bir edebî metin olarak öne çıkar. Hikâye ya da deneme gibi geleneksel türlerin sınırlarını aşan bu anlatı, insanın iç dünyasındaki karmaşıklığı, düşünsel gelgitlerini ve varoluşsal sorgulamalarını derin bir iç ses aracılığıyla sunar. Okura olaylardan çok düşünce sunan bu yapı, özellikle çağdaş bireyin yalnızlığı, hakikate duyduğu özlem ve inançla yaşadığı çelişkiler üzerine düşündürür.
Anlatıcının iç sesi; bazen kırılgan, bazen bilge, bazen öfkeli ama her zaman içtendir. Bu içtenlik, metni kuru bir felsefî metin olmaktan çıkarır; onu yaşanmışlıkla yoğrulmuş, insan sıcaklığı taşıyan bir edebiyat eserine dönüştürür. Klasik bir hikâye örgüsüne sahip olmamasına rağmen, metnin kendi içinde gelişen düşünsel yapısı, okuru güçlü biçimde içine çeker.
Şule Gürbüz, bu metinle Türk edebiyatında az rastlanan bir biçimsel ustalık ve anlatı cesareti sergiler. Özellikle bilinç akışı, semboller, metaforlar ve ritmik tekrarlar yoluyla kurduğu anlatı dili, hem şiirsel hem felsefî bir bütünlük yaratır. Gökyüzü, hayvanlar, taşlar, mezarlar ve kır çiçekleri gibi unsurlar; yalnızca anlatım süsü değil, aynı zamanda karakterin iç dünyasının yansıması olarak görev görür.
Bu anlatı, özellikle insanın kendi kendisiyle yüzleşme cesaretini arayan, anlam arayışını içten içe sürdüren ve hayatı bir ezberden değil, sorgulamayla kavramaya çalışan okurlar için güçlü bir edebî deneyim sunar. Ancak bu metin, yüzeyden okunan bir metin değildir. Katmanlı yapısı, yoğun dili ve düşünsel çağrışımlarıyla; dikkatli, sabırlı ve açık bir zihniyeti gerektirir.
Sonuç olarak Öyle miymiş?, edebiyatla felsefenin iç içe geçtiği, bireyin evrenle ve kendi varlığıyla ilişkisini derinlemesine tartışmaya açan bir metindir. Şule Gürbüz’ün diliyle şekillenen bu anlatı; çağdaş edebiyatın sınırlarını genişleten, alışıldık kalıpları kıran ve okurunu düşünmeye zorlayan nitelikli bir yapıttır. Anlam arayışının yoğunlaştığı her dönemde yeniden okunabilecek kadar evrensel, her okuyuşta yeni sorular üretebilecek kadar derinliklidir.




