
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Epeski Şiiri Tahlili
Tanıtım & Şair Bilgisi
Fazıl Hüsnü Dağlarca, Türk şiirinin 20. yüzyıldaki en üretken, en özgün ve en derinlikli şairlerinden biridir. 1914 yılında İstanbul’da doğan şair, ilkokul ve ortaokul eğitimini İstanbul’da tamamlamış; ardından Kuleli Askerî Lisesi ve Harp Okulu’nda eğitim görerek askerlik mesleğine adım atmıştır. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde görev yapmış, Anadolu’nun köylerini, kentlerini ve insanlarını yakından tanımıştır. Askerlik yıllarında başlayan şiir serüveni, zamanla Dağlarca’nın yaşamının merkezine yerleşmiş, 1950’de kendi isteğiyle emekli olmasının ardından hayatını tamamen şiire adamıştır.
İçindekiler (Hızlı Erişim)
Dağlarca’nın şiiri, yalnızca bireysel bir söyleyişin değil, aynı zamanda insanlık tarihinin, metafiziğin, evrenin ve varoluşun şiiridir. Onun kaleminde savaşlar, çocukluk, doğa, ölüm, halk ve insan ruhunun derinlikleri aynı potada buluşur. “Çocuk ve Allah”, “Üç Şehitler Destanı”, “Asu”, “Delice Böcek”, “Yeditepe”, “Türk Olmak”, “Türkçem Benim Ses Bayrağım” gibi eserleriyle hem bireyin hem toplumun şiirini yazmıştır. Ancak bu şiirlerde bile duyuşun merkezinde, insanı aşan büyük bir bilinç ve varlık sorunsalı yer alır.
“Epeski” adlı şiiri, bu çok katmanlı şiir anlayışının özlü örneklerinden biridir. Şiirin adı olan “Epeski” dahi sözlüklerde yer almayan, anlamı bilinçli olarak muğlak bırakılmış bir sözcüktür. Bu yönüyle şiirin ilk dizesinden itibaren okuyucuyu alışılagelmiş anlam düzenlerinden koparıp, soyut ve metafizik bir zemine taşır. Gece, yalnızlık, ölüm, geçmiş, kayıp, bellek ve zaman kavramları; şiirin baştan sona belirleyici ruhsal motifleri arasında yer alır.
Fazıl Hüsnü Dağlarca, hiçbir şiir akımına doğrudan bağlanmayan bir şairdir. Ne Garip akımının sade gündelikçiliğine, ne İkinci Yeni’nin çağrışımcı soyutluğuna, ne de toplumcu gerçekçiliğin doğrudan ideolojik söylemine tam olarak dâhil olmuştur. Kendi şiir yolunu çizmiş; her dönemde yeni biçim, yeni ses, yeni düşünce arayışlarına yönelmiştir. Şiirlerinde kullanılan dil; sadeleştirilmiş, ama yalınlıktan uzak, yoğun çağrışımlarla yüklü ve çoğu zaman soyutlamalara dayalıdır. Bu yaklaşım, onun şiirinin hem sezgiye dayalı estetik gücünü hem de okuyucudan beklediği entelektüel katılımı ortaya koyar.
“Epeski” bu bağlamda, şairin özellikle varoluşsal temalara yoğunlaştığı dönemin şiirlerinden biri olarak değerlendirilebilir. Gece ile birlikte gelen metafizik karanlık, içsel yalnızlık ve kozmik sessizlik, şiirin hem ruhsal hem yapısal dokusunu örer. Şiirin konuşanı, artık birey olmaktan çıkmış; geçmişle gelecek arasında varlığı çözülen, zamanı ve anlamı sorgulayan bir özneye dönüşmüştür. Bu yönüyle Dağlarca’nın şiiri, klasik Türk şiirinin lirizmi ile modern şiirin düşünsel derinliğini sentezleyen bir yapı sunar.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Epeski” adlı şiiri, yalnızlıkla örülmüş bir geceyi anlatmakla kalmaz; insanın kendi geçmişiyle ve evrenle kurduğu en içsel, en suskun diyaloğu da dile getirir. Onun şiirinde kelimeler anlamdan çok sezgiyle kurulur; her dize, okuyucuyu hem bireysel hem evrensel bir hakikatin eşiğine taşır.
Şiirden Bir Kesit
Gece parlar da dağ başları
Işır yüzüm
Ayrı ülkelerin kocaman kuşları konar
Soframa resimlerime çiçeklerime yazılarıma
Bir yeni anlamla aydınlık
Zihniyet / Dönemsel Arka Plan
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Epeski” şiiri, Türk edebiyatında bireysel, varoluşsal ve metafizik temaların giderek öne çıktığı bir dönemin ürünüdür. Bu şiirin bağlamına ışık tutmak için 1950’li ve 60’lı yılların Türkiye’sine, özellikle de edebi atmosferine odaklanmak gerekir. Cumhuriyet’in ilk kuşak şairleri artık toplumsal inşa ve didaktik söylemlerle yetinmemekte; insanın iç dünyasına, yalnızlığına, bilinçaltına ve varoluşuna yönelmektedir. İşte “Epeski” tam da bu ruh halini ve şiirsel arayışı temsil eden bir yapıttır.
1950’lerden sonra Türkiye’de hem toplumsal yapıda hem kültürel değerlerde derin bir dönüşüm yaşanıyordu. Çok partili hayata geçişin ardından oluşan siyasi hareketlilik, kentleşme süreci, kırdan kente göç, bireysel kimlik bunalımları ve Batı ile olan kültürel temaslar; yalnızlık, yabancılaşma, içe dönüş gibi temaları edebiyatta da daha görünür kıldı. Bu atmosferde, toplumun birey üzerindeki baskısının yerine bireyin evren karşısındaki yalnızlığı geçmeye başladı. Özellikle bireyin varoluşsal yalnızlığı ve zamanla ilişkisi, dönemin şiirinde temel meselelerden biri haline geldi.
Şiir sanatında da bu dönemde belirgin bir kırılma yaşanmıştır. Garip akımı şiiri sokaktaki insanın gündeliğine çekmiş, dili sadeleştirmişti. Ancak 1950’lerden sonra, bu sadeleşmeye karşı gelişen yeni şiir anlayışları, dilin imge gücünü ve şiirin soyut yönünü yeniden öne çıkardı. İkinci Yeni’nin yükselişiyle birlikte Türk şiiri, anlamın çok katmanlılığına, çağrışıma ve bireyin bilinçaltına yöneldi. Fazıl Hüsnü Dağlarca, İkinci Yeni’nin doğrudan bir parçası olmamakla birlikte, bu dönemin şiirsel ikliminden etkilenen ve hatta onu daha önce sezmiş bir şairdi. Dağlarca, 1940’lardan itibaren bireyin iç sesi, kozmosla diyaloğu, zamanla çelişkisi gibi temaları kendine özgü bir üslupla işlemeye başlamıştı.
“Epeski” şiiri de tam bu bağlamda, gece ve yalnızlık ekseninde gelişen bir bilinç şiiri olarak okunabilir. Bu şiir, dönemin siyasi-toplumsal koşullarını doğrudan yansıtmaktan çok, bu koşulların bireyde yarattığı metafizik tedirginliği yansıtır. Şiirdeki “gece” imgesi, yalnızca bir zaman dilimi değil, aynı zamanda insanın kendine döndüğü, geçmişin sessizce gelip oturduğu, ölümün ve hiçliğin kıyısında beklediği bir metafor hâline gelir. Böylece şiir, modern bireyin kendi içine kıvrıldığı, geçmişle gelecek arasında anlam aradığı bir karanlık evreni temsil eder.
Bu dönem aynı zamanda bireyin, devlet, toplum ve tarih karşısında yalnızlaşma sürecidir. Bu yalnızlık, “Epeski”de kişisel değil, kozmik bir boyut kazanır. Şair, geceyi yalnızlıkla, ölümle, geçmişle ve bilinmeyenle iç içe sunar. Şiirin bir noktasında geçen “Gece ben” dizesi, yalnızlığın sıradan bir psikolojik durum değil, varoluşun özü hâline geldiğini vurgular. Bu yaklaşım, dönemin varoluşçu düşünce atmosferiyle de örtüşür. Sartre, Camus gibi isimlerin etkisiyle dünya edebiyatında olduğu gibi Türk edebiyatında da birey, özgürlük ve anlamsızlık üzerine düşünme eğilimi yükselişe geçmiştir. Dağlarca’nın şiiri, bu eğilimi sezgisel ve poetik düzlemde işler.
Kısacası, “Epeski” şiiri; Türk şiirinde bireyin iç sesiyle, yalnızlığıyla ve metafizik sorularla karşı karşıya geldiği bir dönemin temsili olarak okunabilir. Bu şiirin arka planında, değişen toplum yapısından çok, değişen birey bilinci yer alır. Dolayısıyla şiir, hem dönemin ruhunu taşır hem de o ruha karşılık gelen evrensel bir yalnızlık dili geliştirir.
Biçim & Yapı (Şekil Özellikleri)
Bu bölüm, şiirin nazım biçimi, ölçüsü, kafiye düzeni ve yapısal özellikleri üzerine teknik bir çözümleme içerecektir. Ancak şu aşamada bu bölüm yazılmayacaktır. Şiirin şekil özellikleriyle ilgili değerlendirme, ileride bu başlık altında ayrıca ele alınacaktır.
Dil & Üslup Teknikleri
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Epeski” adlı şiiri, biçimsel olarak olduğu kadar dilsel olarak da alışılmışın dışında bir yapıya sahiptir. Şiirde kullanılan sözcükler, geleneksel anlam kalıplarından uzaklaşır; çoğu kez anlamdan çok çağrışım üretmeye yöneliktir. Bu durum, Dağlarca’nın şiirinde sıkça rastlanan bir eğilimdir: kelimeler, bir nesneyi ya da durumu doğrudan karşılamak yerine, onun duygusal ve zihinsel izdüşümünü yansıtır. Bu yaklaşım, şiiri daha çok bir bilinç akışı ya da sezgi haritası hâline getirir.
“Epeski” sözcüğünün anlamının bilinçli olarak belirsiz bırakılması, şiirin baştan sona “anlamı bozma” değil, “anlamı genişletme” çabasının bir parçasıdır. Bu tür kelime kullanımı, klasik metafor ya da mazmunlardan çok, şairin özgün poetik alanına işaret eder. Dağlarca’nın dili burada hem bireysel hem kolektif bilinçdışıyla ilişki kurar; sözcükler, okurun çağrışım evrenini harekete geçiren birer işarete dönüşür.
Şiirdeki imgeler, genellikle alışıldık bağlamların dışına taşar. Örneğin:
“Gece parlar da dağ başları / Işır yüzüm”
dizelerinde, gece karanlığın değil, aydınlığın kaynağı gibi sunulmuştur. Bu, nesnelerin yer değiştirdiği ve anlamların ters yüz edildiği bir evrendir. Dağ başlarının gece parlaması, gecenin sıradanlığını bozarken, şairin yüzünün ışığıyla birleşen doğa, içsel bir varlık alanına dönüşür.
Dağlarca’nın kullandığı dilde ses değerleri, anlam kadar belirleyicidir. “S”, “ş”, “r” gibi harflerin yumuşak ama yankılı tekrarları; şiirin atmosferine gizemli, sükûn dolu bir ritim kazandırır. Özellikle şu dizelerdeki iç ses uyumu dikkat çekicidir:
“Gece kör çobanların yarım türkülerini söyler yavaşça / Bitkiler filizler tohumlar”
Bu dizelerdeki yavaş, akışkan söyleyiş; içsel bir sessizlik ve teslimiyet duygusu yaratır. Ritim, burada sadece müzikalite değil, aynı zamanda anlamı taşıyan bir öğedir. Dağlarca’da ritim, şiirin iç deviniminin bir parçasıdır ve sessizlik kadar önemlidir.
Anlatım teknikleri bakımından şiir, dış sesle değil, iç monolog tekniğiyle örülmüştür. Konuşan özne, dış dünyayı gözlemlemekten çok, o dünya içindeki ruhsal akışları dile getirir. Şiirin öznesi olan “ben”, zamanla kendisini geceyle özdeşleştirir:
“Gece ben / Gece yitmişlerin”
diyerek, benliğini hem zamansızlığa hem de geçmişin unutulmuşluğuna açar. Bu anlatım biçimi, okuyucunun şiiri dıştan izleyen biri olarak değil, şiirin atmosferine doğrudan katılan bir özne gibi deneyimlemesini sağlar.
Ayrıca “Epeski”de ironiye, alaya ya da sarkastik dile rastlanmaz. Bu şiir, içsel derinliğin ve varoluşsal yalnızlığın şiiridir. Dolayısıyla dilin bütün unsurları –imgeler, sözdizimi, sesler ve tekrarlar– bu varoluşçu duyarlılığı yansıtır biçimde biçimlenir. Söz oyunlarından çok, sessizlik ve boşluk duygusu öne çıkar. Şairin amacı bir hikâye anlatmak ya da düşünce bildirmek değil, bir haletiruhiyeyi estetik bir bütünlükle duyurmaktır.
Sonuç olarak, “Epeski”de kullanılan dil; açık anlam vermekten çok, duyusal ve sezgisel çağrışımlar yaratmaya yönelik bir yapıya sahiptir. Bu yapı, şiiri modern Türk şiirinde özel ve benzersiz bir konuma taşır. Fazıl Hüsnü Dağlarca, bu şiirde dili yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir varlık düzlemi olarak kullanır. Her sözcük, görünenden fazlasını söyler; her sessizlik, anlamın uzağında değil, merkezindedir.
Tema & İçerik Analizi
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Epeski” şiiri, yüzeyde bir gece betimlemesi gibi görünse de, derin yapısında insanın varoluşsal yalnızlığını, geçmişle olan içsel bağını ve evrensel bir kaybolmuşluk duygusunu işler. Şiirin belirgin bir olay örgüsü yoktur; bunun yerine, sezgilerle örülmüş bir zaman-mekân geçişi içinde gelişen ruhsal katmanlar ön plandadır. Ana tema, insanın kendini evren içinde unutulmuş, çözülmüş bir varlık olarak hissetmesidir.
Şiirde gece yalnızca bir zaman dilimi değil, aynı zamanda insanın içe döndüğü, anılarla ve bilinçaltıyla yüzleştiği metafizik bir uzam hâline gelir. Bu yönüyle gece, hem örtücü hem de açığa çıkarıcıdır. Şiirin başındaki şu dizeler, bu ikiliği ortaya koyar:
“Gece parlar da dağ başları / Işır yüzüm”
Burada gece, karanlığı değil aydınlığı getirir; dağ başlarının parlaması ve şairin yüzünün ışıldaması, içsel bir aydınlanma ya da belki de bir hatırlama anını temsil eder. Şiir boyunca gece ile özne arasında giderek artan bir özdeşlik kurulur:
“Gece ben / Gece yitmişlerin”
Bu dizeyle birlikte gece artık yalnız bir doğa olayı değil, şairin ruhsal hâlidir. Geceyle bir olmak, geçmişle, ölülerle, unutulmuşlukla bütünleşmek anlamına gelir.
“Epeski” şiirinde yer alan imge ve ifadeler, belirli bir olay ya da anlatı ekseninde gelişmez. Bunun yerine, iç içe geçen sezgisel anlam örüntüleri kurulur. Örneğin:
“Bitkiler filizler tohumlar / Çekilirler en uzağına yaşamanın”
Bu dizelerdeki doğal unsurlar (bitki, filiz, tohum) bir yaşam döngüsünü temsil ederken, aynı zamanda varlığın geriye çekilmesini, içe dönmesini ve ölümle yüzleşmesini simgeler. Bu doğa hareketi, şairin iç dünyasındaki gerilimle paralellik gösterir. Zira şiirde doğa da insan gibi sessiz, yalnız ve geriye çekilmiştir. Bu, hem fiziksel hem de ontolojik bir “çekilme”dir.
Şiirin ilerleyen dizelerinde “bir ölü üşüme” imgesi dikkat çeker:
“Bir ölü üşüme kaplar da toprak altını / Bütün anılar yokluğadek iner”
Buradaki “ölü üşüme” ifadesi hem somut hem soyut düzeyde anlam taşır. Toprak altı, ölülerin mekanı olduğu kadar, hatıraların gömüldüğü bilinçaltıdır. Bu dizeler, geçmişin artık sıcaklığını kaybettiğini, anıların unutulmaya yüz tuttuğunu gösterir. Yani insan belleği bile artık bir “toprak altı”na dönüşmüştür.
Şiirdeki ana çatışma, öznenin geçmiş ile şimdi, varlık ile hiçlik, anı ile yokluk arasında sıkışmasıdır. Bu çatışma, herhangi bir çözümle değil, kabul edilişle sonlanır. Şair artık “gece” ile özdeşleşir; geçmişin, ölümün, unutuluşun bir parçası hâline gelir. Bu durum, şu dizede zirveye ulaşır:
“Gece yıldız yaşındayım.”
Bu çarpıcı imge, zaman algısını bütünüyle tersine çevirir. Şair artık insan zamanıyla değil, yıldızların zamanıyla konuşmaktadır. Yani varlık artık tarihsel değil, kozmiktir. İnsan, hem çok yaşlı hem hiç yaşanmamış gibidir. Bu söyleyiş tarzı, Dağlarca’nın zamanla, mekânla ve benlikle kurduğu poetik ilişkiyi özetler niteliktedir.
Şiirin içeriği boyunca açık mesajlardan kaçınılır. Bu, şiirin didaktik değil, meditatif bir yapı üzerine kurulu olduğunu gösterir. Mesaj, klasik anlamda bir düşünce değil; duyulan, ama tanımlanamayan bir sezgi hâlidir. Şiirde sözcüklerin anlamı kadar, çağrışımı ve bıraktığı iz de belirleyicidir. Bu yapı, şiiri çok katmanlı kılar: ilk bakışta sade görünen dizeler, okundukça yoğunlaşır, derinleşir.
Sonuç olarak, “Epeski” şiiri tematik olarak yalnızlık, geçmiş, ölüm, unutuluş ve kozmik zaman gibi temaları işler. Bu temalar, klasik Türk şiirindeki gurbet ya da aşk şiirlerinden çok farklı bir şekilde, soyut ama dokunaklı bir anlatımla verilir. Fazıl Hüsnü Dağlarca burada yalnızca bireyin değil, insanın evren karşısındaki metafizik konumunu sorgular. Bu sorgulama, şiirin her dizesinde yankılanan bir boşluk ve sessizlik duygusuyla tamamlanır.
Gerçeklik, Gelenek & Şair‑Şiir İlişkisi
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Epeski” şiiri, Türk şiirinde gelenek ile modernite arasındaki geçişleri yeniden tanımlayan özgün bir yapı sunar. Bu şiirde gerçeklik, fiziksel dünyanın nesnel bir temsili olarak değil; şairin iç dünyasında yankı bulan, zaman, ölüm ve bellekle biçimlenen sezgisel bir düzlemde kurulur. Dağlarca’nın şiir anlayışında “gerçeklik”, duyularla sınırlı olmayan, sezgiyle kavranan daha geniş bir varlık alanına işaret eder.
“Epeski”deki gerçeklik, dış dünyadan değil; geceden, anıların yoklukta eriyişinden ve benliğin evren karşısındaki yalnız konumundan doğar. Bu anlamda Dağlarca, şiirinde somutun izini sürmekten çok, varoluşun soyut gerilimlerine odaklanır. Şiirin şu dizeleri bu yaklaşımı örnekler niteliktedir:
“Bütün anılar yokluğadek iner”
“Gece ben / Gece yitmişlerin”
Bu dizeler, geçmişin artık yaşanmaktan çıkıp silinmiş bir zaman dilimine dönüştüğünü, şairin ise bu silinmişliğin bir parçası hâline geldiğini gösterir. Gerçeklik, burada artık dışarıda değil, benliğin içindeki sessizlikte aranır.
Fazıl Hüsnü Dağlarca, gelenekten izler taşısa da bu izleri yeniden biçimlendirerek çağdaş şiire taşır. Halk şiirinden, özellikle tekil söyleyiş biçimlerinden izler görülebilir; ancak bu şiirde ne halk şiirinin somut dili ne de Divan şiirinin sembolik yapısı vardır. Onun şiiri, geçmişle doğrudan hesaplaşmak yerine, geçmişi şairin bilinç akışı içinde eriterek yeni bir poetik zemin kurar.
“Epeski” şiirinde gelenek, biçim ya da söz sanatları düzeyinde değil; duygu yoğunluğu, sezgisel katmanlar ve evrensel insani hallerin ifadesi bakımından hissedilir. Bu yönüyle Dağlarca, klasik Türk şiirindeki “aşk” ve “ölüm” gibi soyut temaları, modern bir şiir diliyle yeniden üretmiştir. Fakat bunu bir nostaljiye yaslanarak değil, zamanın ruhunu şiirsel sezgiyle yoğurarak yapmıştır.
Dağlarca’nın şiirlerinde bireyin yaşadığı içsel yalnızlık, onun şair kimliğiyle doğrudan ilişkilidir. “Epeski” şiiri, şairin dünyayla kurduğu özgün bağın ürünüdür. Şair, burada dış dünyadan çok kendi iç evreninde, geceyle özdeşleşmiş bir bilinç hâlinde konuşur. Şiirin öznesi artık yalnızca birey değil; geçmişi, yitikliği ve evreni temsil eden bir varlık düzeyine yükselmiştir. Bu bakımdan şiir, yalnız bir insanın değil, bütün bir insanlığın ruh hâlini temsil eder.
Şairin kişiliği ile şiiri arasındaki ilişkiyi anlamak için onun genel poetik duruşuna da bakmak gerekir. Dağlarca, şiiri bir “oluş biçimi” olarak görür. Onun için şiir, yalnızca estetik bir anlatım değil, varoluşsal bir tanıklıktır. Bu bağlamda “Epeski” şiiri, geçmişin, ölümün ve yokluğun kıyısında varlıkla kurulan sessiz bir diyaloğun ürünüdür. Şair, geçmişin ne kadar silinmiş olduğunu değil, bu silinmişlik karşısında insanın ne hissettiğini şiire taşır.
Sonuç olarak, “Epeski”, hem gelenekle bağ kuran hem de bu bağı modern estetikle dönüştüren bir şiirdir. Gerçeklik, burada maddi değil sezgisel; gelenek ise tekrar değil dönüşümdür. Şairin kişisel dünyası ile şiirsel dili arasında kurduğu bağ, bu şiiri hem bireysel bir metin hem de evrensel bir bilinç haritası hâline getirir.
Yorum & Değerlendirme
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Epeski” şiiri, hem biçimsel hem içeriksel açıdan Türk şiirinde ayrıksı bir yerde durur. Şiir, klasik anlamda bir olay örgüsüne ya da anlatı yapısına dayanmaz; bunun yerine içsel bir yolculuk, sezgisel bir varoluş hali sunar. Bu özgün yaklaşım, şiiri sıradan bir gece tasviri olmaktan çıkarıp, metafizik bir sorgulamanın zeminine dönüştürür. Şairin geceyle özdeşleşmesi, yalnızca bireysel değil; evrensel bir varlık halini dile getirir.
Şiirin en güçlü yönlerinden biri, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dili kullanmadaki özgünlüğüdür. “Epeski” gibi bilinçli olarak anlamı belirlenmeyen bir sözcükle başlayan şiir, baştan itibaren okuru alışılagelmiş anlam kalıplarının dışına çıkmaya zorlar. Bu yönüyle şiir, yalnızca anlam üretmez; anlamın sınırlarını da sorgular. Şair, her dizede okura bir anlam dayatmaktan çok, sezgiyle yaklaşılmasını talep eder. Bu da şiiri hem okuması zor hem de uzun süre zihinde yankılanan bir metin hâline getirir.
Anlatımda kullanılan iç monolog, ritmik yapı ve çağrışım gücü, şiirin atmosferini belirleyen en önemli unsurlardır. Özellikle “Gece ben” ya da “Gece yıldız yaşındayım” gibi dizeler, okuyucuyu soyut bir düşünce evrenine çeker. Şiir, zamanla ve mekânla kurulan alışıldık ilişkileri altüst ederek, insanın kendi geçmişiyle ve evrenle kurduğu bağı yeniden sorgulatır. Bu yönüyle “Epeski”, kolay tüketilebilecek bir metin değil; dönüp dönüp yeniden okunmayı, her defasında başka bir katmanının keşfedilmesini gerektiren bir şiirdir.
Ancak bu güç aynı zamanda şiirin zayıf olarak değerlendirilebilecek yönünü de oluşturur: biçimsel kapalılık. Anlamın belirgin olmaması, özellikle şiire daha klasik bir okuma alışkanlığıyla yaklaşan okuyucular için mesafe yaratabilir. Simgelerin ve imgelerin soyutluğu, şiirin daha geniş kitleler tarafından içselleştirilmesini zorlaştırabilir. Fakat bu durum, şairin bilinçli bir tercihi olarak değerlendirildiğinde, metnin estetik bütünlüğünü zedelemekten çok, onun derinliğini artırır.
Şiirin hitap ettiği okuyucu kitlesi, estetik derinlik arayan, sezgisel okumaya açık bireylerdir. Gündelik anlamla değil, dilin ve varoluşun sınırlarında dolaşmayı seven okuyucular için “Epeski” eşsiz bir deneyim sunar. Bu şiir, edebiyatı salt biçim ya da içerikten ibaret gören bir yaklaşımı aşarak, şiiri bir varlık alanı, bir bilinç düzeyi olarak kurar.
Son olarak, “Epeski”yi yalnızca Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiiri olarak değil, modern Türk şiirinin metafizik damarında atılmış önemli bir adım olarak da görmek gerekir. Şairin dili nasıl genişlettiğini, anlamı nasıl parçalayıp yeniden kurduğunu, geceyi nasıl insana dönüştürdüğünü görmek, bu şiiri yalnızca okumayı değil, anlamayı da estetik bir uğraşa dönüştürür.
Not: Şiirin yapısal özelliklerine dair kapsamlı değerlendirme, Biçim & Yapı (Şekil Özellikleri) bölümü yazıldığında bu bölümle birlikte yeniden gözden geçirilecektir.




